Hiçbir Şey Bilmediğimizi Bilmek: Bilgeliğe Açılan Kapı

İ.E
0

 Hiçbir Şey Bilmediğimizi Bilmek: Bilgeliğin Kapısı


İçsel yolculuğumuzun patikalarında ilerlerken, bazen en aydınlatıcı keşifler en beklenmedik anlarda karşımıza çıkar. Daha önce kendi düşüncelerimizi sorgulamanın ve “yanılıyor olabilir miyim?” diye sormanın dönüştürücü gücüne değinmiştik. Şimdi ise serüvenimizin belki de en temel, en sarsıcı ve aynı zamanda en özgürleştirici durağına geliyoruz: Hiçbir şey bilmediğimizi bilme bilgeliği.

Antik Yunan’ın taş sokaklarında yankılanan Sokrates’in o meşhur sözü kulağıma her çalındığında hâlâ içimde aynı sarsıntıyı hissederim: “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” İlk duyduğumda bu cümle bana bir bilmece gibi gelmişti. Zihnimi karıştırmış, “nasıl yani, hiçbir şey bilmemek nasıl bir bilgelik olabilir?” diye düşündürmüştü. Ama yıllar içinde fark ettim ki bu söz, aslında düşünce dünyamızdaki en kalın duvarları yıkabilecek bir güç taşıyor. Çünkü her şeyi bildiğimizi sandığımız an, öğrenme kapısını sessizce kapatıyoruz. Ama cehaletimizi kabul ettiğimizde, işte o anda yepyeni pencereler açılıyor.

Bugün yaşadığımız çağ, bize sürekli bilgi sunduğunu iddia ediyor. Telefonlarımızın ekranına bir dokunuşla dünyanın en uzak köşesinden bir yemek tarifine, tarihin tozlu arşivlerinden gündelik magazin haberlerine kadar her şeye ulaşabiliyoruz. Adeta bir bilgi okyanusunda yüzüyoruz. Fakat ne tuhaftır ki, bu kadar çok bilgiye rağmen içimizde hâlâ derin bir boşluk hissi dolaşıyor. Çünkü öğrendiğimiz her yeni şey, aslında ne kadar büyük bir bilinmezliğin kıyısında durduğumuzu gösteriyor.

Bir hocam üniversite yıllarında şöyle derdi: “Bir konuda uzmanlaşmak, bilmediklerinin ne kadar çok olduğunu fark etmektir.” O cümle, hafızama kazındı. Gerçekten de bilgi ufkumuz genişledikçe, ufkun ötesindeki bilinmezlik okyanusunun sonsuzluğunu daha net görüyoruz. Sokrates’in yaptığı da buydu aslında. Atina sokaklarında dolaşırken, en bilge sayılan kişilere bile basit sorular soruyor, onların bilgeliğinin sınırlarını ortaya çıkarıyordu. Ve bu sorular, aslında sadece karşısındakilere değil, hepimize bir ayna tutuyordu.

Ama bu aynaya bakmak kolay değil. Çünkü “bilmiyorum” demek, bizi çıplak ve savunmasız bırakıyor. Toplum içinde her şeyi bilmek sanki bir erdemmiş gibi sunuluyor. İş yerinde, aile sohbetlerinde ya da arkadaş ortamlarında çoğu zaman bilmediğimizi söylemek yerine fikir yürütmeyi tercih ediyoruz. Oysa dürüstçe “bilmiyorum” demek, hem cesaret hem de samimiyet gerektiriyor.

Bunu kendi hayatımda çok net yaşadım. Bir iş toplantısında herkesin hararetle konuştuğu bir konuda, anlamadığım noktaları sormaktan çekinmedim. O an kısa bir sessizlik oldu, sonra uzmanlardan biri açıklamaya başladı. Sadece ben değil, toplantıdaki diğer kişiler de faydalanmıştı. Toplantı bitince bazı arkadaşlarım bana gelip, aslında aynı soruların onların kafasında da olduğunu ama dile getirmeye çekindiklerini söylediler. İşte o an anladım: “Bilmiyorum” diyebilmek, sadece kişisel bir öğrenme kapısı açmaz. Aynı zamanda etrafımızdakilere de güvenli bir keşif alanı yaratır.



Bu farkındalık bizi öğrenmenin hiç bitmeyen döngüsüne sokar. Ama bu döngü, bir hamster çarkı gibi aynı yerde döndürmez bizi. Aksine her turda daha da genişleyen, derinleşen bir yolculuğa çıkarır. Bir kitap okurken, içindeki küçük bir dipnot sizi başka bir yazara götürür. O yazarın fikirleri sizi bir filozofa, o filozofun yaşadığı çağ sizi tarihsel bir keşfe sürükler. Böylece bilgi, dallanıp budaklanan bir ağ gibi hayatımıza yayılır. Bu ağda dolaşmak, insanı sürekli taze, meraklı ve canlı tutar.

Bugünün dijital çağında bu öğreti daha da değerli. Sosyal medya bize beş dakikalık videolarla “uzmanlık” satıyor. Ama gerçek bilgi, tükettiğimiz içerik miktarıyla değil, sorguladığımız düşüncelerin kalitesiyle ölçülür. Sokrates’in mirasını bugüne taşımak, belki de her gün kendimize küçük bir konuda “bilmiyorum” deme izni vermekle başlar. Bir şeyi anlamadığımızda varsayım üretmek yerine sorular sormak, kendi balonumuzdan çıkıp farklı bakış açılarını dinlemek, öğrenmeyi bir görev değil yaşam biçimi haline getirmek… İşte bilgelik, bu küçük adımlarla inşa edilir.

Bunu fark ettiğimizde, bilgelik ile tevazunun aslında bir dans olduğunu görürüz. Sokrates, Atina’nın en bilge kişisi olarak anılmasına rağmen, hiçbir zaman bu unvanın kibrine kapılmadı. Hep bir öğrenci gibi kaldı. Merak etmeyi, sorgulamayı, öğrenmeyi hiç bırakmadı. İşte bize öğrettiği en önemli ders de bu: Gerçek bilgelik, bilgimizi göstermekle değil, bilgisizliğimizi kabul etmekle başlar.

Benim için bu öğreti artık bir yaşam rehberi. Yeni bir güne başlarken “bugün ne öğrenmeliyim?” diye bir plan yapmıyorum. Onun yerine “bugün hayat bana ne öğretecek?” diye soruyorum. Bu bazen bir kitapta, bazen bir dost sohbetinde, bazen de bir çocuğun masumca sorduğu beklenmedik soruda kendini gösteriyor. Önemli olan, zihnimi “artık oldum, biliyorum” demenin rehavetine kapatmamak. Çünkü her bilgi yeni bir kapıdır. Ve her kapının ardında, keşfedilmeyi bekleyen sonsuz bir evren vardır.

Hiçbir şey bilmediğimizi bilmek, aslında çaresizlik değil. Tam tersine, öğrenmenin ve keşfetmenin en heyecan verici başlangıç noktasıdır. O sıfır noktası, insanı kibirden uzaklaştırır ve merakla besler. Belki de gerçek mutluluk, her şeyi bilme yükünü sırtımızdan atıp, yeni bir şey öğrenmenin hafifliğiyle yola devam etmektir. Çünkü öğrenmek sadece zihnimizi değil, ruhumuzu da besleyen bir yolculuktur.

Ve işte bu yolculukta hepimiz aynı gemideyiz. Her yeni merak, her yeni soru, bizi bilinmeyene biraz daha yaklaştırıyor. Belki bir gün, bu yolculuğun sonunda en büyük bilgeliğe ulaşırız: Aslında hiçbir zaman tamamlanmadığımızı, hep bir yolcu olduğumuzu kabul etmek. Çünkü öğrenmek, bitmeyen bir serüven. Ve bu serüvende atacağımız her adım, kim bilir bizi hangi keşiflere götürecek…

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Yorum Gönder (0)

#buttons=(Tamam) #days=(20)

Sitemiz deneyiminizi geliştirmek için çerezler kullanıyor. Şimdi Kontrol Et
Ok, Go it!